Giyotin, Fransız İhtilali’nin insancıl icadıydı. İnsanlar idam edilirken acı çekmesin diye icat edilmişti. Kurbanlarından en ünlüsü belki de hep yanlış anlaşılan Kraliçe Marie Antoinette’ti; kayıp Dauphin diye de bilinen XVII. Louis’in annesiydi. Yani bir anneydi. O meşhur Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler diye bilinen sözün sahibiydi (her ne kadar bunu söylemediği de iddia edilse de). Ama o söz hep yanlış bilindi. Aslında, Marie Antoinette doğru söylemişti. Bu paradoksa ileride değineceğiz.
Fransız İhtilali’nin en önemli unsurları kadınlardı. Bir toplumda “kadın” açlığı en iyi bilendir.
Mutfakta yemek pişmezse, çocuklar açlıktan ağlarsa, açlıktan çığlık atan bebeğe göğsünden süt veremezse, ilk ayaklanan kadın olur. Kadınlar erkeklerden farklıdır. Karmaşık düşünce yapıları ve iradeleri onları korkusuzlaştırır. İşte Fransız İhtilali’nde kadınlar bu sebepten dolayı birkaç kere ayaklanmış ve Versay Sarayı’na yürümüşlerdir. Kadınlar, kendileriyle aynı kaderin içinde bulunan kadınları da saflarına katmışlardı. Büyüyen bir kadın grubuydular. Korkunç bir yağmur vardı; yağmura bile aldırmadılar. Versay Sarayı’na yürümeye devam eden kadınlar, ekmek diye haykırıyordu. Versay Sarayı’na yürürken hep birlikte Fırıncı, fırıncının karısı, fırıncının oğlu, buraya gelecek! diye bağırıyorlardı; “ekmek istiyoruz!” diye haykırıyorlardı.
O dönem Fransız şehir pazarlarında ekmek ve ekmekle birlikte poğaça benzeri pastalar da satılırdı. Aslında, Kraliçe Antoinette bu manada, eğer ekmek yoksa mutlaka pazarda poğaça/pasta satılıyordur diye düşünmüş de olabilir; bu bir paradoks hikayesidir. Bir sonraki yüzyılda İngiltere’de art arda kıtlıklar yaşanmış ve o dönemde doğan nesil kısa kalmıştı. Beslenmenin zekayı ve boyu nasıl etkilediği o dönemde deneysel olarak da görülmüştü. Bir yüz yıl öncesinde ise baca temizlemek için kullanılan çocukların bacalara sığmaları için beslenmeleri eksik tutulurdu; böylelikle bu çocuk işçiler dar bacalara girebilir ve temizlik yapabilirlerdi (uzman bir hocadan alıntıdır). Tam 200 yıl süren bu olay, pek çok çocuk işçinin hem aç kalmasına hem zayıf kalmasına hem de kanserden ölmesine sebep olmuştu.
Ekmek, bu coğrafyanın en önemli besiniydi; bir göstergeydi. Hala bir gösterge olsa da, bu ekmek edebiyatı artık bir sorun haline gelmeye başladı, özellikle de Türkiye’de. Türkiye, kişi başına ekmek tüketiminde uzun süredir dünyada lider ama bu kötü bir liderlik; gizli bir açlık aslında. Türkiye yılda kişi başına 200 kg ekmek tüketirken, Amerika 17, Birleşik Krallık 37, Almanya 57 kilogram tüketmektedir. Fransız İhtilali’nde Ekmek! diye yürüyen Fransız halkı ise Türkiye’nin sadece dörtte birini tüketmektedir. Ne oldu da ekmek bize bu kadar ait kaldı? Durum aslında endişe verici. Ekmek, fakir bir doyma aracı; bir beslenme aracı değil.
Artık dünyada doymak yerine beslenme çağına doğru bir değişim yaşanıyor. Gelişmiş ülkeler, gelecek nesilleri daha zeki, daha sağlıklı ve daha uzun boylu olmaları için beslenme düzenlerini değiştiriyorlar. Ekmek, ne kadar da bir gıda olsa da, tek başına yeterli bir besin değil. Ucuz olması sebebiyle insanlar, ister istemez onunla doymaya çalışıyor. Ekmeğe alıştıkça, beslenme düzenimiz daha da kötüye gidiyor.
Elbette ki ekmek, binlerce yıllık bir değer. Ama artık yeni çağın temel gıdası değil. Proteinle beslenen toplumların daha sağlıklı olması sebebiyle artık ekmek yerine toplumların et ve bakliyat ile beslenmesi gerekiyor. Bu sebeple de ekmek yerine et yemek gerekiyor.
“Ekmek bulamazlarsa et yesinler” dönemine geçmek gerekiyor. Bir alışkanlık olarak, belediyelerin kurduğu “Halk Ekmek” fabrikalarının yerine de “Halk Et” fabrikalarının kurulması gerekiyor.
* Prof. Dr.
Gaziantep Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi
Gıda Mühendisliği